Seferden istafede edip her savaş sonrası yıkanıp kendimi onlarca cariyenin arasına atıyorum. Bir tafatan davul, darbuka, diyer taraftan ud, ney, zurna sesleri. Şarabın yapımında gerekli olan bir üzüm tanesiyim sanki. Lakin; çekirdekliyim. Sıfatım o kadar çizik dolu ki insan içine peçetesiz çıkamıyorum; ve parayla tuttuğum cariyelerin yanında bile peçetemi açmaya çekiniyorum. Çünkü; suratlarında her peçetemi açışımda bir acıma, iğrenme ve öfleme püfleme hissi olşuyor kalbimde. Bu seferde ben isteksiz ve mağrur bir durumda oluyorum.
Acayip bir kendime acıma duygusu ile komutanımın bana verdiği emirleri nedensiz bir zorunluluk ve hüzün içinde yerine getiriyorum. Artık insan öldürmekten ve kılıcımı bilemekten bıktım. Benim yerine başkaları gelsin. Ayağımın yahut vücudumun her hangi bir yerinde kesik olması için Tanrıya dua ediyorum. Diz çöküp yalvarıyorum, Allah`ım bu savaş lütfen bu savaşta sesimi duy ve beni öldürmeyen bir derin yara ver, diyorum. Gene olmuyor. Üzümde kırılması mümkün olmayan bir zırh var sanki. Dualarım kabul olmayanca ya savaşa içki içerek çıkmaya başladım ya da bütün gece uyumadım. Fakat; ne hikmetse buda olmuyor. Yaradan benim ölmemi, yaralanmamı istemiyor yahut ben çok şanslıyım.
Yılları artık unuttum. Memeleketten o kadar uzağım ki ne yolunu nede kokusunu hatırlıyorum. Geride bıraktığım ailem var mı diye soruyorum kendime. Ama anlamsızca yok diyor içim. Zaten bu kan kokusunda ve kanla sulanan bu yolda ne memleketi? Gene dizildik sıraya. Tam olarak sayımızı ve düşman sayısı bilemiyorum. Uçsuz bucaksız dizildik. Sağıma bakıyorum yılan gibi soluma bakıyorum gene yılan gibi. Hani kuyruğu hani başı nerede? Yok. Sadace savaş bitiminde belli oluyor. Dan dan, güm güm… Davuldan çıkan kin ve hırs dolu savaş matemleri. O kadar alıştım ki artık ürkmüyorum. Hiç bir şey hissetmiyorum düşman ne kadar kalabalık ve sesli olursa olsun. Ne kadar sesli ve ürkütücü görünüşlü olursa olsun. Sıranın en önüne çıktım. Kılıcımı toprağa sapladım. Diz çöktüm ve kılıcımın boyuna geldim. Başımı eğdim, iki elimi toprağa dayadım ve ağlayrak yukarıya baktım. Gözümü kamaştıran sıcak bir güneş. Tam olarak açamıyordum gözümü. Topraklı ellerimle bilmem kaç yıldır kesilmeyen, yüzüme gelen uzun bazı aralarında beyazlık çıkmış saçımı yüzümden sıyırdım. Ellerimi havaya kaldırdım ve dua etmeye başladım; `Allah`ım… Allah`ım! Sana son kez yalvarıyorum ya beni yanına al . ya da yaralanayım ve bir daha kılıç tutamayım! Sana yalvarıyorum. Gözümden düşüp toprağı ıslatan bu gözyaşları şahidimdir.` Sağ elimin yardımıyla yerden kalkıyorum ve kılıcımı alıp sol koluma bir çizik atıyorum. Tam on iki çizik var. Bu ne anlama geliyor biliyor musyn? Tabiki de her savaş öncesi ölmek ve yaralanmak için Allah`a dua ettiğim anlamına geliyor. On iki savaştır dua ediyorum ve yorgunluktan başka ciddi bir yara almadan savaştan kurtuluyorum. Şimdi on üçüncü çizik oldu. Bu da benim en uğursuz sayım. Çünkü; ben çavuş dedemin on üçüncü torunuyum…
Sırama geçtim. Davullar sustu. Kargaların ve akbabaların sesinden başka bir şey işitilmiyor. Rüzgar bile sustu. Bulutlar kenara çekildi. Bir dörtnal sesi duyuldu. Başımı kaldırıp sağ baktım. Süt tenli bir atın üzerinden komutan bağıra bağıra önümüzden geçiyor ve her önünden geçtiği kişi ya kılıcını kalkanına vuruyor ya da mızrağıyla yere. Bende sadece kılıç var peki ben ne yapayım? Komutan boydan boya dolaştı. Sonra bizim arkamıza geçti. Yanındaki yüzlerce atı ikiye bölüp kanatlara gönderdi. Düşmandan uzun bir borozan sesi geldi ve ardından sel gibi gürültülü ve azgın bir şekilde rüzgarı arkasına alaraktan üzerimize doğru çığlık aratak koşmaya başladı. Bizde kılıçlarımızı çektik ve hücum diyerek koşmaya başladık. Ben kılıcımı yere tutmuş son hızla koşuyorum ve birden sanki sinek vızıldamaları duyar oldum. Hayır ! Bu sinek değildi. Oktu bunlar. Onlarca ok geçiyor; ayağımın dibine saplanıyor, omuzumu sıyırıyor fakat; bir türlü bana denk gelmiyor. Yanımdaki cengaverlere denk geliyor ve her biri acı bir çığlıkla yere kapaklanıyor. Her düşen askerin ardından bir toz bulutu yükseliyor ve benim kulağıma fısıldıyor, bana gel bana gel, diyor. Anlımdan boşalanterler gözümü yakmaya başlayınca dudaklarım kuruyor ve kuruyan dudaklarımı dilimle ıslatmaya cesaret edemeden bana yaklaşan düşmana kılıcımı savuruyorum. Her savurmamda ya bir kol ya da bir boğaz yahut şansları var ise karınlarından ve göğüslerinden kesiyorum.
Onlarca dakika savurduğum kılıç elimi yakmaya ve onlarca kilo ağırlaşmaya tam başlamışken zafer nidaları kulağımı çınlatıyor. Ve hemen üzerime bakıyorum, kesik almışmıyım, ciddi bir yaram var mı, diye. Malesef gene yok. Sadece yırtılan üniformam ve düşman kanıyla ince can yakmayan kesikler… Kaç kişi öldürdüm, kaç askerim öldü?
Bu savaşaların nedenini bilmiyorum. O kadar çok savaşıyoruz ve ilerliyoruz ki… Kim ne yapacak bu toprakaları? Hiç bilememekteyim lakin; aklımda bir soru oluşuyor; kim kazıcak onca mezarı ve kim dirilticek onca askeri?